“Sosyo-Ekonomik Dayanışma”

Tokyo Büyükelçiliği’nde,1980-83 yılları arasında Maliye ve Ekonomi Müşaviri, 1984 yılında Hazine ile Dış Ticaret Müsteşarlıkları’nın birleşmesinden sonra, 1993-96 yılları arasında da Ekonomi ve Dış Ticaret Başmüşaviri olarak görev yaptım. Bu sürelerde yaşadıklarım, gördüklerim ve yaptığım araştırmalar sonucunda elde etiğim bilgi ve tecrübelerime dayanarak Japonya’nın sosyal ve ekonomik yapısı hakkında size çok önemli bazı bilinmeyen gerçekleri anlatacağım. Bugün yazacaklarımın ne kadarı ilk defa duyduğunuz bir haber olacak, göreceğiz artık?

Japonya’da pek bilinen bir söz vardır: “Japonya’da bir ay kalan şiir, altı ay kalan kitap, altı aydan fazla kalan ise bir şey yazamaz.” Japonya’da yaklaşık yedi yıl kalmış bir kişi olarak, kendimi üçüncü kategoride görürken, bu iddialı sözü açıkçası ben de kabul ediyorum. Bu bağlamda sizlere sadece iki anımı aktarmaya çalışacağım.

Seksenli yılların başında, yine bugünkü gibi sosyal ve ekonomik darboğazdan geçtiğimiz, hatta “70 cente” muhtaç olduğumuz günlerde, Japonya’yı gördüğümde, çok ciddi şoka uğramıştım. İlk günlerde, birbirinden kolay kolay ayırt edemediğim o sarı benizli, çekik gözlü sempatik insanların, mağlup çıktıkları II. Dünya savaşından 35 sene sonra inşa ettiği devasa sosyo-ekonomik yapı karşısında ciddi bir şoka maruz kalmamak gerçekten mümkün değildi. Sanırım bugün bile Japonya’ya ilk giden kişi aynı şoku yaşayabilir.

Maliye Bakanlığı temsilcisi olarak çalıştığım seksenli yıllarda, Ticaret Müşaviri arkadaşlarım Türkiye’den Japonya’ya narenciye ihracatı için Japon Dış Ticaret ve Sağlık Bakanlıkları ile ilgili diğer kurumlar nezdinde yoğun girişim içindeydiler. İlgili Japon Bakanlıkları ve kurumları “Türkiye’de Akdeniz Sineği var. İthal edilecek narenciye içinde sineğin larvaları olabilir. İthal edildiğinde içindeki larvalardan çıkan sinekler Japonya’ya yayılır, bizim mahsulümüze zarar verir…” gerekçesiyle işi zora sürüyorlardı.

Bu arada, Türkiye’ye gönderdikleri uzmanları, narenciye depolarımızdaki meyvelerin içine yerleştirdikleri sensorlar (duyargalar) vasıtasıyla larvanın gelişip gelişmediğini izliyorlar, ama sonuç hep menfi çıkıyordu. Depolarımızdaki meyvelerin içine bizzat yerleştirdikleri sensorlarının negatif sonuç vermesi, böylece Türk Narenciyesi’nin hastalıklı olmadığının ispatlanmasına rağmen, Japonlar başka başka gerekçeler öne sürerek adeta ipe un sermeye devam ediyorlardı. Üç buçuk yıllık ilk görevim süresinde Japonya’ya narenciye ihracatımız gerçekleşmemişti.

1993 yılında Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak tekrar Japonya’ya tayin olduğumda, masamda bulduğum dosyaların başında meşhur narenciye dosyası da vardı. Yani konu üzerinde onca yıl sarf edilen çabalara rağmen istediğimiz sonuca hâlâ ulaşılamamıştı. Ekip olarak o yıllarda biz de çok çalıştık. Bu arada Japon Uzmanlar narenciye depolarımıza daha hassas sensorlar yerleştirdiler. Akdeniz Sineği’nin izine yine rastlamıyordu. Yıllardır süregelen girişimler maalesef o kadar can sıkıcı gelişmelere yol açtı ki, sonunda Müsteşarlık olarak Japonya’ya narenciye ihracatı girişimini durdurduk.

Bu arada biz narenciyemiz için uğraşırken, Kaliforniya Eyaleti’nin de Japonya’ya elma satma girişimlerini izliyorduk. Onlarda aynen bizim gibi Akdeniz Sineği gerekçesine takılıyorlardı. Tabii adamlar zengin ülke, Japonları pes ettirinceye kadar sayısız girişimlerde bulundular. Örneğin, elmalarını daha ağacındayken çok yüksek maliyetli steril önlemler alarak, her türlü haşerata karşı korudular. Ayrıca çok üst düzeyde diplomatik girişimlerde bulundular ki, artık Japonların itiraz edecek halleri kalmamıştı. Sonunda tonlarca Kaliforniya Elması Japon marketlerindeki tezgâhlarda yerini aldı.

Aynı gün, İngilizce basılan günlük “Japan Times” gazetesi ile “Nihon Shinbun” gibi Japonca basılan milyon tirajlı gazeteler, Kaliforniya’dan elma ithalatını tüm ayrıntıları ile manşetten verdiler.

Sonra ne oldu, biliyor musunuz? Japonlar Kaliforniya Elması’ndan bir tane bile satın almadı.

Merak saiki ile ben aldım. Rengi ve tadı itibariyle bildiğimiz starking elmasının biraz daha sulu ve tatlısı. Tabii ki benim Amasya Elmamın yerini tutmamakla beraber, şahsen ben beğendim. Ne var ki Japonlar, elma üreticilerinin, genelde ise ülkenin menfaatine aykırı gördüğü, ayrıca, birçok lobi faaliyetleri ile kendi ülkesine baskıyla sokulan bir ürüne karşı, vatanı için canının korkmadan feda eden “Kami Kaze” yüreği ile kolektif bir şekilde müthiş bir direnç ortaya koydular.

Sonuçta Kaliforniya Elması raflarda çürümeye terk edildi. Bu olaya şahit olunca, iyi ki biz narenciye ihracından vazgeçtik, demekten de kendimizi alamadık, açıkçası…

Benzer dirence, ikinci tayinim sırasında 1994 yılında da şahit oldum. O yıl kötü hava şartları nedeniyle yerli pirinç üretimi ülke talebini karşılamaya yetmedi. Biliyorsunuz, Japonlar entansif (yoğun) tarım metotları ile küçük tarlalardan tonlarca pirinç hasadı yaparlar. Böylece bir gram ithalat yapmadan, ülke ihtiyacın tamamını karşılarlar.

Bu arada pirinç maliyetlerin dünya ortalamasından çok yüksek olması nedeniyle devletin üreticisini her yıl sübvanse ederek, fiyatlarını dünya fiyatları seviyesine çektiklerini de vurgulamadan geçemeyeceğim. Bizim buğday, pancar, fındık, çay vs gibi tarımsal ürünlerin asgari fiyatlarının tespiti sırasında üreticilerin yaptıkları, ancak sadece bölgelerinin dışına çıkamayan gösterilerden çok farklı olarak, pirincin sübvansiyon miktarına, ülke çapında reaksiyon verilmektedir. Neticede, “ombudsman” tarafından makul bir fiyatın tespitinden sonra, olaylar sona ermektedir.

1994 hava şartları nedeniyle pirinç üretimi yapılamadı; ithalatı adeta zorunlu oldu. Yoğun geçen pirinç araştırmalarından sonra Vietnam’dan kendi pirinçlerinin kalitesinde, damak tatlarına uygun, hem de çok daha ucuza pirinç ithal ettiler. Bu kez de “İthal pirinç midemize dokundu.” diyerek ithal pirince el sürmediler. Çünkü bütçeden sübvansiyonlar ile milyarlarca yen sarf eden devletin, bu mali yükten kurtulmak amacıyla, ileride pirinç ithalatını kalıcı kılmasına ve bu nedenle pirinç üreticisinin mağduriyete uğramasına toplum olarak izin vermediler.

Tabii aynı pirinci pilav yapıp yediğimizde biz Türklere hiç dokunmadı. Ne de olsa biz zamanında necip bir bakanın tavsiyelerine uyarak “radyasyonlu çay” bile içmiş bir milletiz…

Bu hikâyeleri neden mi anlattım; daha 15-20 yıl öncesine kadar dünyanın tarımsal üretiminde kendine yeterli olan en şanslı ülkelerden birinin vatandaşı olduğunuzu çok iyi bildiğim için anlattım.

Pirinç demişken hemen hatırlatayım. Japonya’da bulunan eşinizi, dostunuzu ziyarete gittiğinizde sakın ola ki yanınızda, bir avuç da olsa, pirinç götürmeyin. Önce gümrük köpekleri, sonra da gümrük muhafızları asla affetmez; narkotik taşıyıcılarına uyguladıkları gibi, sizi ağır muameleye tabi tutarlar.

 

Share

Bir cevap yazın